Their
Sorunu sor hemen cevaplansın.
their teriminin İngilizce Türkçe sözlükte anlamı
- onların
Örnek Cümle:
Onların ana dili Fransızca.
-French is their mother tongue.
Örnek Cümle:
Yağmur nedeniyle onların gezisi ertelendi.
-Their trip has been cancelled due to rain.
- her
- ona
O, ona nerede yaşadığını sordu.
-He asked her where she lived.
Banka ona 500 dolar ödünç verdi.
-The bank lent her 500 dollars.
- him
- ona
Banka ona 500 dolar ödünç verdi.
-The bank lent him 500 dollars.
Ona söyleyecek hiçbir şeyim yok.
-I've got nothing to say to him.
- that
- (İnşaat) şu
Bu iyi bir kitaptır ama şu daha iyidir.
-This is a good book, but that is better.
Bu bir ev, şu ise camidir.
-This is a house and that is a mosque.
- you
- sen
Artık seni sevmiyorum.
-I don't love you anymore.
Sen olmasaydın, o hâlâ hayatta olacaktı.
-If it hadn't been for you, he would still be alive.
- it
- ona
- our
- bizim
Tatoeba Projesi bizim sanal evimizdir.
-Tatoeba Project is our virtual home.
Bizim ana dilimiz Japoncadır.
-Our native language is Japanese.
- tin
- kalay
Gümüşü kalaydan ayırabilir misin?
-Can you tell silver and tin apart?
Bronz, bakır ve kalaydan oluşmaktadır.
-Bronze is composed of copper and tin.
- somebody
- birisi
Onun bir gün birisi olacağından eminim.
-I'm sure he's going to be somebody someday.
Birisi telefona cevap verebilir mi?
-Can somebody get that?
- you
- siz
Siz insanları anlamıyorum.
-I don't see your point.
Siz burada bir öğretmen misiniz yoksa bir öğrenci misiniz?
-Are you a teacher or a student here?
- somebody
- {i} biri
Biri onu küvette boğmuştu.
-Somebody had drowned her in the bathtub.
Biri bu tabağı kırdı.
-Somebody has broken this dish.
- us
- biz
- someone
- birisi
Birisi onun kolundan tuttuğunda o korkudan çığlık attı.
-She screamed with horror as someone took hold of her arm.
Birisinin kapıyı çaldığını duydum.
-I heard someone knock on the door.
- that
- o
- this
- bu
- that
- bağlaç ki
- tin
- {i} konserve kutusu
- his
- onun
Kızı onunla her yere gitmeye hevesli.
-His daughter is eager to go with him anywhere.
Bu John'dur ve o da onun biraderidir.
-This is John and that is his brother.
- them
- onlara
Onlara karşı çıkmak hiçbir şeye yaramaz.
-It'll be useless to stand against them.
Eğer yapmadığım bir şey için ailem beni cezalandırdıysa , onlara doğruları söylerdim ve benim masumiyetle ilgili onları ikna etmeye çalışırdım.
-If my parents punished me for something I didn't do, I would tell them the truth and try to convince them of my innocence.
- that
- conj. şu
- me
- bana
- that
- {z} (çoğ. those)
- us
- bizi
- them
- onlar
Takımımız beyzbolda onları 5-0 mağlup etti.
-Our team defeated them by 5-0 at baseball.
Sosyal ağlarda hırsızlar, sahteciler, sapıklar veya katiller olabilir. Güvenliğiniz için, onlara inanmamalısınız.
-There may be thieves, fakers, perverts or killers in social networks. For your security, you shouldn't believe them.
- your
- sizin
Geçen sene Bayan Kato sizin öğretmeniniz miydi?
-Was Ms. Kato your teacher last year?
Ben dün sizin babanıza rastladım.
-I ran into your dad yesterday.
- my
- benim
- it
- o
- that
- bu kadar
İki yaşındaki bir çocuk bu kadar hızlı koşabilir mi?
-Can a two-year-old boy run that fast?
Lenny'nin nasıl çiğnemeden veya boğulmadan tam bir sosisli sandvici yutabildiğine bak? Bu nedenle üst idare onu bu kadar fazla sever.
-See how Lenny can swallow an entire hot dog without chewing or choking? That's why upper management loves him so much.
- ones
- birileri
- my
- (İnşaat) benim N
- his
- eril onun
- that
- Keşke
Keşke sigara içmeyi bıraksa.
-I wish that she would stop smoking.
Keşke o zaman bütün hikayeyi bana anlatsaydın!
-If only you had told me the whole story at that time!
- that
- (sıfat) öteki
- that
- (bağlaç) şu, o, ki, diye, için
- her
- o
- him
- o
- him
- kendine
Bazen büyük babam kendi başına bırakıldığında, kendi kendine konuşur.
-Sometimes my grandfather talks to himself when left alone.
O kendi kendineHAYIRdedi.Yüksek sesle EVET dedi.
-He said NO to himself. He said YES aloud.
- something
- birşey
Bu öğleden sonra Tom'un birşeyler yapmasına yardım edeceğim.
-I'm going to help Tom do something this afternoon.
Tom asla ağzını birşeyi şikayet etmeden açmaz.
-Tom never opens his mouth without complaining about something.
- her
- onun
Onun ailesi ile ilgili hiçbir şey bilmiyorum.
-I don't know anything about her family.
Onunla kahve dükkanında buluşmaya söz verdi.
-She promised to meet her at the coffee shop.
- US
- amerika
- me
- aman!
- this
- bu kadar
O, daha önce hiç bu kadar korkmamıştı.
-She'd never been this frightened before.
Her gün bu kadar sıcak mı?
-Is it this hot every day?
- that
- {s} öteki
Bu araba ötekinden daha iyi bir çalışmaya sahip.
-This car has a better performance than that one.
- her
- onu
Onu Kaliforniya'ya gönderiyorum.
-I'm sending her to California.
Onu sevip sevmediğini bilmiyorum.
-I don't know whether you like her or not.
- her
- kendine
Emi kendine yeni bir elbise ısmarladı.
-Emi ordered herself a new dress.
Jane'nin hayali kendine yaşlı ve zengin bir sevgili bulmaktı.
-Jane's dream was to find herself a sugar daddy.
- her
- dişil onun
- her
- {z} dişil onu; ona; ondan; onun: He loves her. Onu seviyor. He looked at her. Ona baktı. They hated her. Ondan nefret ettiler. It pleased
- her
- kendisi
Mary gerçekten harika. O benim için harika bir yemek pişirdi ve bulaşıkları bile kendisi yıkadı.
-Mary is really great. She cooked a wonderful meal for me and even washed the dishes herself.
Yeni bir araba satın alması için babasına baskı yaptığında Catherine'nin bir art niyeti vardı; O, arabayı kendisinin sürebileceğini umuyordu.
-Catherine had an ulterior motive when she urged her father to buy a new car. She hoped that she'd be able to drive it herself.
- her
- ondan
Siz ondan daha uzun boylusunuz.
-You are taller than her.
O ondan daha akıllıdır.
-He's smarter than her.
- her
- dişil onu
- him
- onu
Onu tanıdıkça daha çok seversin.
-The more you know about him, the more you like him.
Kızı onunla her yere gitmeye hevesli.
-His daughter is eager to go with him anywhere.
- him
- kendi
O, çocuklarını kendi etrafına topladı.
-He gathered his children around him.
Kendisine HAYIR dedi. Yüksek sesle EVET dedi.
-He said NO to himself. He said YES aloud.
- my
- {z} benim. ünlem O, ...! (Hayret belirtmek için kullanılır.): My, my, how nice you look! O, bu ne güzellik böyle!
- my
- vay!
- somebody
- bir kimse
- something
- biraz
Biraz geç olduğunu biliyorum ama şimdi uğramamın bir sakıncası var mı? Seninle tartışmam gereken bir şeyim var.
-I know it's kind of late, but would you mind if I came over now? I have something I need to discuss with you.
Tom Mary'den yiyecek bir şey alabilmesi için biraz para istedi.
-Tom asked Mary for some money so he could buy something to eat.
- that
- böyle
Böyle bir durumun tekrar olacağının olası olmadığını düşünüyorum.
-I think it's unlikely that a situation like this one would ever occur again.
Onun böyle güzel bir teklifi reddetmesine şaşırdım.
-I am surprised that she refused such a good offer.
- that
- {z} o, şu: Did you see that? Onu gördün mü? This is a verbena and that's a lantana. Bu mineçiçeği, o da ağaçminesi. After That cat has been up to O kedi yine marifetini göstermiş
- that
- için
Bu, bir kişi için küçük bir adımdır ama insanlık için dev bir sıçramadır.
-That's one small step for a man, one giant leap for mankind.
Bu, bir kişi için küçük bir adımdır ama insanlık için dev bir sıçramadır.
-That's one small step for man, one giant leap for mankind.
- that
- diye
Herkes işitebilsin diye lütfen yüksek sesle oku.
-Please read it aloud so that everyone can hear.
Kilo alacağı korkusuyla diyet yapıyor.
-She is on a diet for fear that she will put on weight.
- them
- onları
The Network'ün kasım meselesinde görünen raporunun 70 kopyasını üretmek ve onları ajanlarımıza dağıtmak mümkün mü?
-Is it possible to reproduce 70 copies of your report which appeared in the November issue of The Network and distribute them to our agents?
Onların hepsi sadece kızları götürmek için buradalar.
-All of them are just here to pick up girls.
- tin
- {f} teneke kutuya koymak
- you
- sana
Bu kravat sana çok iyi uyuyor.
-That tie suits you very well.
Sana satranç oynamayı öğreteceğim.
-I will teach you to play chess.
- his
- zam onunki
- my
- million years
- my
- vay be
- my
- hayret
- my
- Aman! Olur şey değil Hayret!
- my
- vay canına!
- my
- vay be!
- my
- ünl
- something
- falan
Öğle yemeğin için bir sandviç falan hazırlayacağım.
-I'll fix a sandwich or something for your lunch.
Sen bir polis falan mısın?
-Are you a cop or something?
- something
- {i} önemli bir şey
Tom Mary'ye önemli bir şey söylemek istedi.
-Tom wanted to tell Mary something important.
Sana önemli bir şey söylemek üzereyim.
-I'm about to tell you something important.
- that
- in that mademki
- that
- O that
- us
- amerika birleşik devletleri
- something
- bir parça şey
- her
- kendi
Bu, onun kendi çizimi olan bir resimdir.
-This is a picture of her own painting.
Ona kendi odamı gösterdim.
-I showed her my room.
- his
- eril onunki
- it
- ebe (oyunda)
- it
- (Bilgisayar) bilişim
- it
- ebe (oyunlarda)
- it
- cinsel ilişki
- put their heads together
- kafa kafaya vermek
- theirs
- onların
Bu ürünler onlarınkinden daha üstün.
-These products are superior to theirs.
Bazıları arkadaşlarını karşılamak için geldiler ve diğerleri onlarınkini yolcu etmek için.
-Some have come to meet their friends and others to see theirs off.
- this
- (Bilgisayar) belirtilen">(Bilgisayar) belirtilen
- thor
- (Askeri) tor">(Askeri) tor
- tin
- saç
- tin
- kutulamak
- tin
- {f} kalaylamak
- something
- olağanüstü bir şey
Olağanüstü bir şey görmek istiyor musun?
-Do you want to see something extraordinary?
- her
- (dişil) onu
- him
- (eril) onu
- his
- (eril) onun
- it
- onu
- it
- (oyunda) ebe
- me
- mi
- me
- ben
- me
- beni
- my
- aman!
- on their own
- kendi kendilerine
Tom ve Mary onu kendi kendilerine yapıyorlar.
-Tom and Mary are doing that on their own.
- put their heads together
- baş başa verip düşünmek
- somebody
- önemli birisi
- something
- (hiç yoktan iyi) bir şey
- something
- bir şey
Sana küçük bir şey getirdim.
-I brought you a little something.
Tatlı bir şey istiyorum.
-I want something sweet.
- that
- ki onu
Gerçek şu ki onun babası işten dolayı New York'ta yalnız yaşıyor.
-The fact is that his father lives alone in New York because of work.
O kadar iyi bir kitap ki onu üç kez okudum.
-That was so good a book that I read it three times.
- that
- adl.şu
- that
- -en
- that
- -diği
- that
- -dığı
- that
- -dığı(nı)
- that
- -diği(ni)
- that
- ki
- that
- o kadar
Havanın o kadar iyi olması tesadüftür.
-It is lucky that the weather should be so nice.
Bu şarkı o kadar acıklı ki gözlerimi yaşarttı.
-This song is so moving that it brings tears to my eyes.
- that
- ki o
Babam o kadar yaşlıdır ki o çalışamaz.
-My father is so old that he can't work.
Ne yazık ki o yatakta hastaydı.
-I regret to say that he is ill in bed.
- that
- öylesine
Linda'nın hayal kırıklığı öylesine fazlaydı ki gözyaşlarına boğuldu.
-Such was Linda's disappointment that she burst into tears.
Öylesine sıcak bir gündü ki yüzmeye gittik.
-It was such a hot day that we went swimming.
- that
- ki ona
Tom dedi ki ona göre Mary, kaybettiği anahtarı John'un nerede bulduğunu biliyormuş.
-Tom said that he thought Mary knew where John had found the key she'd lost.
Tom o kadar hızlı yürüyüyordu ki ona yetişemedik.
-Tom was walking so fast that we couldn't catch up with him.
- that
- -an
- theirs
- onlarınki
Okulumuz onlarınkinden daha büyüktür.
-Our school is larger than theirs.
Bazıları arkadaşlarını karşılamak için geldiler ve diğerleri onlarınkini yolcu etmek için.
-Some have come to meet their friends and others to see theirs off.
- tin
- {f} teneke kutuya koy
- tin
- tenekeden yapılmış
- tin
- teneke kutu
Teneke kutu içinde altı tane balık var.
-There are six fish inside the tin can.
- tin
- (yiyecek/vb.) konservelemek
- someone
- biri
Birisi bana içtiğin her sigara ömründen yedi dakika alır dedi.
-Someone told me that every cigarette you smoke takes seven minutes away from your life.
Bir yabancı omzuma arkadan dokundu. Beni başka birisiyle karıştırmış olmalı.
-A stranger tapped me on the shoulder from behind. He must have mistaken me for someone else.
- something
- {i} 1. bir şey: She wants something brighter. Daha frapan renkli bir şey istiyor. Can I get you something to drink? Size içecek bir şey
- Of all their loyal servants none was more so than he
- Onların sadık hizmetkârlarından hiçbiri ondan daha sadık olamazdı
- One's
- -nin
- What's his/her/its/their name
- adı aklıma gelmiyor, neydi adı
- You
- istediğin
- accommodate their differences
- aralarındaki anlaşmazlıkları uzlaşma yoluyla gidermek
- ahead of their time
- önde zamanlarının
- covards die many times before their deaths
- (Atasözü) Korkunun ecele faydası yok
- cowards die many times before their deaths
- (Atasözü) Korkunun ecele faydası yoktur
- for their own good
- kendi iyi
- for their part
- onların bir parçası için
- get it off their chest
- (deyim) içini boşaltmak, içini dökmek
- give someone a dose of their own medicine
- (deyim) Birine kendisinin size veya başkalarına yaptığı gibi kötü davranmak
- give someone a taste of their own medicine
- (deyim) Birine kendisinin size veya başkalarına yaptığı gibi kötü davranmak
- go to their head
- onların başını gitmek
- hold their breath
- onların nefesini tut
- in their own right
- kendi içinde
- in their wake
- onların ardından
- it
- (ınformation technology) Bilgi teknolojisi
- it
- (Bilgisayar) (ınformation Technology - İT) Bilgi Teknolojisi
- keep their cool
- tutmak onların serin
- lose their temper
- onların öfkelenmek
- made their way
- onların yol yaptı
- me
- bana kalırsa
- me
- Dear me! Olur şey değil!
- me
- bendee
- ones
- siraye
- scare someone out of their wits
- birini çok feci korkutmakbirinin üç buçuk atması, donuna etmesi
- smb
- etmek
- smb
- konuk olmak
- somebody
- {i} kimisi
- someones
- birileri
- something
- birşeyler
Bu öğleden sonra Tom'un birşeyler yapmasına yardım edeceğim.
-I'm going to help Tom do something this afternoon.
Yarın sabah Tom'un birşeyler yapmasına yardım etmeliyim.
-I have to help Tom do something tomorrow morning.
- sweep somebody off their feet
- (deyim) Birinin ayaklarını yerden kesmek, birini kendinize aşık etmek
- take their time
- onların zaman alır
- that
- yaptığı
- them
- onlardan
Onlardan herhangi birini seçebilirsiniz.
-You may choose any of them.
Onlardan hiçbirinin kaza geçirmediğini umuyorum.
-I hope that none of them got into an accident.
- this
- böyle
İşte ben İngilizce'yi böyle öğrendim.
-This is how I learned English.
Böyle kirleticiler çoğunlukla otomobil motorlarındaki yakıt tüketiminden kaynaklanmaktadır.
-Pollutants like this derive mainly from the combustion of fuel in car engines.
- tigers do not change their stripes
- Huylu huyundan vazgeçmez
- tin
- (Mühendislik) kalay, teneke
- to beat sb. at their own game
- sb dövmek. kendi oyununda
- us
- bizimle
- us
- bizden
- winners manage their fortunes sensibly
- kazananlar servetlerini mantıklı bir şekilde kullanıyor
- you
- sende
Senden küçük bir yardıma ihtiyacım var.
-I need a little help from you.
Ben senden daha güzelim.
-I am more beautiful than you.
- you
- sizden
Ben sizden özür dilemeliyim.
-I must beg your pardon.
Sizden henüz bir cevap almadım.
-I have received no reply from you yet.
- you
- sizleri
- Of all their loyal
- Onların sadık hizmetkârlarından hiçbiri ondan daha sadık olamazdı
- SB
- (Askeri) yedek üs (standby base)
- accommodate their
- aralarındaki anlaşmazlıkları uzlaşma yoluyla gidermek
- him
- eril onu
- him
- His veya Her Imperial Majesty
- his
- onunki
Biz onun işini onunkilerle karşılaştırdık.
-We compared his work with hers.
Senin çevirini onunkiyle kıyasla.
-Compare your translation with his.
- his
- {z} eril onunki; onun: I don't want his. Onunkini istemiyorum. That dog's his. O köpek onun. Take his outside. Onunkini dışarıya çıkar. s
- it
- {i} (oyunlarda) ebe
- it
- çekicilik
- it
- ilişki
- it
- önemli kimse
- it
- şahsiyet
- it
- cazibe
- one's
- birinin
Birinin ününü sürdürmek zordur.
-It is hard to maintain one's reputation.
Kitaplar birinin aklının ürünleridir.
-Books are the offspring of one's mind.
- one's
- nin
- ones
- olan
Eski olanlarının yanı sıra çağdaş Farsça şiirler batı dünyasında bilinmemektedir.
-Contemporary Persian poems haven’t been known in west world as well as ancient ones.
Japon flütleri çoğunlukla bambu kamışından yapılır, fakat son zamanlarda bazı ağaç olanları ortaya çıkmıştır.
-Most Shakuhachi are made from bamboo, but recently some wooden ones have appeared.
- put their heads
- baş başa verip düşünmek
- s.b
- fen fakültesi mezunu
- sb
- antimon
- sink their differences
- aralarındaki anlaşmazlıkları bertaraf etmek
- somebody
- {i} kimse
O onun biri olduğunu düşünüyor ama aslında hiç kimse değil.
-He thinks he is somebody, but really he is nobody.
Ben önemli kimseyim ve önemliyim.
-I am somebody and I am important.
- somebody
- hatırı sayılır kimse
- somebody
- önemli kimse
Ben önemli kimseyim ve önemliyim.
-I am somebody and I am important.
- somebody
- {i} bazısı
- somebody
- büyük şahsiyet
- somebody
- {i} şahsiyet
- somebody
- {z} biri, birisi, bir kimse: Somebody telephoned you. Biri sana telefon etti. i., k.dili. önemli biri, hatırı sayılır biri
- someone
- bir kimse
Bugün belirli bir kimse müthiş kırılgan oluyor.
-A certain someone is being awfully fragile today.
O, şüpheleneceğin bir kimse değildi.
-He wasn't someone you'd suspect.
- someone
- şahsiyet
- someone
- kimse
Neden kimse Tom'a yardım etmedi?
-Why didn't someone help Tom?
Neden kimseye söylemedin?
-Why didn't you tell someone?
- someone
- önemli kimse
- something
- bir şey: She wants something brighter. Daha frapan renkli bir şey istiyor. Can I get you something to drink? Size içecek bir şey
- theirs
- onlara
Bir polis, kızlara arabanın onlara ait olup olmadığını sordu.
-A policeman asked the girls if the car was theirs.
Bu kitap onlara ait.Bu onlarınki.
-This book belongs to them. It's theirs.
- theirs
- of theirs onların
- this
- işbu
- thor
- (Askeri) TOR: Nükleer harp başlığı ile teçhiz edilmiş roket motorlu, orta menzilli, tek kademeli ve sıvı yakıtlı balistik füze. Bu füze, ayrıca ataletli güdüm sistemi ile teçhiz edilmiş ve her birinde üç füze rampası bulunan dağınık atış grupları halinde tertiplenmiştir. Tor füzeleri Amerikan kuvvetlerinde kullanılmamaktadır. PGM-17 olarak tanınır
- thor
- iskandinavyalıların yıldırım ve savaş tanrıs
- tin
- {f} İng. (bir şeyi) teneke
- tin
- tin god tanrı gibi ululanan değersiz kimse
- tin
- (Nükleer Bilimler) (sn) kalay
- tin
- (sıfat) kalay, teneke
- tin
- (Tıp) Sn sembolü ile bilinen, atom no: 50 ve atom ağırlığı: 118.70 olan kimyasal element, kalay
- up to the amount of their share of capital
- (Avrupa Birliği) kendi sermaye hisselerine düşen miktarına kadar
- who opened their lunch?
- (Argo) kim osurdu?
- you
- size
Size patatesleri haşlayacağım.
-I'll boil you the potatoes.
Ben size yardımcı olmaktan mutlu olurum.
-I will be glad to help you.
- you
- seni
Artık seni sevmiyorum.
-I no longer love you.
Artık seni sevmiyorum.
-I don't like you anymore.
- you
- sizi
Bu otobüs sizi müzeye götürecek.
-This bus will take you to the museum.
Sizin hangi tür şarabınız var?
-What kind of wine do you have?
- your
- senin
Geçen sene Bayan Kato senin öğretmenin miydi?
-Was Ms. Kato your teacher last year?
Bu senin Japonya'ya ilk ziyaretin mi?
-Is this your first visit to Japan?
İlgili Terimler
their teriminin Türkçe Türkçe sözlükte anlamı
- HER
- (Osmanlı Dönemi) f. Bütün, hep, tamamen
- HER
- Tekil isimlere tamlayan görevinde getirilerek birer birer olarak, "...-in hepsi" anlamını verir: "Bir hafta, her gece çalışmak suretiyle hikâyesini bitirdi."- H. E. Adıvar
- His
- (Osmanlı Dönemi) VAKŞ
- His
- (Osmanlı Dönemi) RUH
- HÎS
- (Osmanlı Dönemi) Arslan yatağı
- his
- Duygu
- his
- Duyu
- his
- Duygu: "Birisi duygularına, hislerine kulak verir, öteki hile ve desise seslerine ..."- B. Felek
- his
- Sezgi, sezme
- his
- Duyu. Sezgi, sezme
- it
- Köpek
- it
- Terbiyesiz kimse
- me
- Göz
- HÎS
- (Osmanlı Dönemi) Meşelik
- HİM
- (Osmanlı Dönemi) Deveye ârız olan susuzluk hastalığı
- HİM
- (Osmanlı Dönemi) Kürtçede: Temel, esas
- her
- Tekil isimlere tamlayan görevinde getirilerek birer birer olarak, "...-in hepsi" anlamını verir
- him
- Eskiden, Bingazi ve Trablusgarp'tan alınan bir çeşit vergi
- him
- Bina temeli
- him
- Derinlemesine eşilen ve duvar örülen çukur
- it
- Köpek: "İt ürür, kervan yürür."- Atasözü
- it
- Değersiz, terbiyesiz kimse: "Babaları da zaten itin biri."- H. Taner
- it
- Değersiz, terbiyesiz kimse
- me
- Koyun, kuzu gibi hayvanların çıkardığı ses
- me
- Evrenin tasarlandığı gibi işlemesini sağlayan kutsal kurallar ve düzenlemeler
- me
- Koyun, kuzu gibi hayvanların çıkardığı ses: "Kara koyun kuzular kuzulamaz / Me deme."- F. H. Dağlarca
- me
- Eylemleri olumsuz yapmakta kullanılan ek
- me
- Türk alfabesinin on altıncı harfinin adı, okunuşu
- sb
- Antimon elementinin simgesi
İlgili Terimler
their teriminin İngilizce İngilizce sözlükte anlamı
- Belonging to them
Örnek Cümle:
This is probably their cat.
- Belonging to someone of unknown gender
- plural of them {p}
- You use their to indicate that something belongs or relates to the group of people, animals, or things that you are talking about. Janis and Kurt have announced their engagement Horses were poking their heads over their stall doors
- You use their instead of `his or her' to indicate that something belongs or relates to a person without saying whether that person is a man or a woman. Some people think this use is incorrect. Every member will receive their own `Welcome to Labour' brochure
- Their is the third person plural possessive determiner
- The possessive case of the personal pronoun they; as, their houses; their country
- tin
- thor
- their asses
- they
Their asses is always late.
- Their Eyes Were Watching God
- {i} classic novel written in 1937 by Zora Neale Hurston about an African-American woman in 1930s who lives in rural Florida and who finds freedom and self-awareness through a personal journey and 3 different marriages
- Their Majesties
- courtesy title used when referring to a king and queen
- their burial place is unknown
- the place where they are buried remains a mystery, their bodies/corpses were not found
- their relations broke off
- the bond between them was broken, the contact between them broke off
- ME
- Medical examiner, or coroner
- ME
- Maine, a state of the United States of America
- ME
- Middle English
-
Soru Tarat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.